17 Ekim 2011 Pazartesi

Huzur İzlanda


Bilenler bilir ne denli İzlanda hayranı olduğumu. Gitmişliğim yok ama oraya yerleşme hayalim hep olacak bunu biliyorum.

Reykjavík
Coğrafi yapısından sakinliğine, karanlığından çıkan müzik gruplarına, tepeden tırnağa aşığım bu ülkeye. Aklıma geldikçe Google’da çeşitli anahtar kelimelerle İzlanda imajları aratıyorum, uçak bileti fiyatlarına bakıyorum, “acaba şimdi orada olsaydım ne giyerdim?” diye düşünüp Reykjavik hava durumuna bakıyorum, falan filan.

Bu ülkeden çıkan çok ama çok ama gerçekten çok iyi müzik yapan adamlar var. Neredeyse çıkan tüm isimlerin önünü açan, ilham veren, esin ve cesaret kaynağı Björk; Sigur Rós, Mum, Slowblow, Emiliana Torrini, GusGus, Mugison ve dahası…

İzlanda çıkışlı grupların neden bu kadar başarılı, dikkat çekici ve özgün olduğunun nedeni ise basit: Müzisyenlerin albüm satış kaygısı olmadan, stüdyoya girip sadece yapmak istedikleri müziği yapması ve imkan kısıtlılığı nedeniyle müzisyenlerin ellerine geçen her aletle deneysel sesler çıkarmaları.

İzlanda müziğine başka bir yazıda uzun uzun değinirim; hatta siz de bu sırada ‘Screaming Masterpiece’ belgeseline bir göz atın.

Bu yazı daha çok Sigur Rós hakkında. Grubun vokali, beyni  Jónsi Birgisson’un yeni doğan kız kardeşi Sigourney Rós’tan adını alan grup, daha sonra bu ismi de kısaltarak Sigur Rós olarak 1994 yılında kuruldu.  Grubun diğer üyeleri ise Goggi Hólm (bas gitar), Kjarri Sveinsson (klavye, geri vokal) ve Orri Páll Dýrason (davul). İlk albüm Von grup kurulduktan 3 yıl sonra çıktı. Grup ilk ve son (şimdilik) üye değişikliğini bu albümden sonra yaşadı ve grubun davulcusu Ágúst Ævar Gunnarsson yerine şimdiki davulcu Orri Páll Dýrason ilk albümden sonra Sigur Rós’a katıldı.


Uzun uzun her albümden bahsetmek istemiyorum. Sigur Rós şu ana kadar 6 stüdyo albümüne imza attı.  Çıkan single ve EP’leri de hesaba katarsak Sigur Rós’u yaklaşık 16 farklı albüm kapağıyla raflarda gördük. Grupla ilgili bilinmesi gereken ilginç iki ayrıntı var. Bunlardan ilki Jónsi'nin gitarı çello yayıyla çalması, ikincisi ise şarkıların bir dili olmaması. Bir anlamı olmayan kelimler bir araya geliyor ve bu anlamsız ama bir o kadar da anlamlı şarkılar oluşuyor. Bu dile Hopelandic (Volenska) deniliyor. Albümleri dışında bence Sigur Rós’un en iyi işleri yayınlanan iki belgeseliydi: Heima ve Inni.


Londra , Alexandra Palace konserindeki performanslardan oluşan belgesel Inni, bizlere Vincent Morisset gözünden aktarılıyor. Siyah-beyaz ve renkli olarak perdeyle buluşan film, grubun 2007 yılında çıkardığı Heima belgeselinden farklı. Heima, grubun tüm dünyayı konserleriyle fethettikten sonra evlerine -İzlanda’ya- dönmesini ve buradaki çeşitli mekanlarda İzlandalılara ücretsiz konser ziyafeti çekmesini anlatıyor. Sigur Rós müziği, performanslar arasında grup üyeleriyle röportajlar ve İzlanda manzaralarıyla Heima sizi bir buçuk saatliğine bambaşka yerlere götürüyor. Inni ise performans ağırlıklı, siyah-beyaz, yer yer renkli röportajlarla 75 dakikalık bir Sigur Rós filmi.

Bu yıl Filmekimi kapsamında izleme imkanı bulduğum Inni yine bana yapacağını yaptı. 75 dakika boyunca ben de Alexandra Palace’taydım. O konseri sanki en önde izledim ve her şarkıdan sonra gelen alkış sesleri bana aitti. Sanırım filmin tek kötü yanı grubun basçısı Goggi Hólm’e az yer ayırmasıydı. Neredeyse ilk 20 dakika boyunca yüzünü hiç göremedim. Kalan 55 dakika boyunca da toplasak 3-4 dakika ya göründü ya görünmedi. Vincent abimizin bir alıp veremediği var anlaşılan. Filmle ilgili eleştireceğim bir başka konu ise, izleyicisiydi. Atlas Pasajı’nda izlediğim Inni’nin 15. dakikasında sanırım salonda %30’a yakın bir boşluk oldu. Arkadaşım, hadi ilk defa duydun Sigur Rós diye bir grup, hadi eline de bir bilet geçti; neden açıp internetten bir bakmıyorsun ‘kimmiş bu adamlar’ diye? Ha tüm salon çıksın, sadece ben ve Sigur Rós karşı karşıya kalalım isterdim, o ayrı. Filmin kapanışı artık bir klasik haline gelen () albümünden Untitled #8 (Popplagið)’le oldu. Bundan daha iyi bir kapanış şarkısı düşünemiyorum. Öyle bir 10 dakika ki, saatlerce sürüyor gibi; öyle bir 10 dakika ki, 10 saniyede geçiyor gibi. Tarif edilemez bir perde – ışık sevişmesi ve sanırım tam anlamıyla gerçek bir müzik orgazmı. 

Buradan Sigur Rós’a birkaç çift lafım olacak:

Beyler, iyi ki varsınız lan. İzlanda’ya yerleşme nedenim olacaksınız, haberiniz yok. Benden en uzaktaki en yakın arkadaşlarımsınız. O kadar çok yaşayın ki, o kadar çok müzik yapın. Belgesel çekmeyi de ihmal etmeyin. Türkiye’ye gelmeyecekseniz de bir ‘alo’ deyin bana, atlayıp ben İzlanda’ya geleceğim.

Ég kyssti. (Öptüm.)

10 Ekim 2011 Pazartesi

Evet, Ne Var?


Yazıma “Yerim lan sizi!” diye başlayayım da sonradan unuturum falan maazallah...

Vega, 7 Ekim 2011, Bronx Pi
7 Ekim Cuma gece Vega’yı izlemek için Bronx Pi’deydik yine. Vega’nın yeri bende her zaman bir başkadır. Hatta söz konusu Vega olduğunda işe Mevlana gibi yaklaşıyorum ister istemez; ‘Ne olursan ol gel’. Hani adamlar çıkıp “biz bundan sonra arabesk müziğe yöneliyoruz, biz artık klasik müzik yapacağız, vb.” deseler ben yine konsere gidip en öne nasıl geçerim hesapları yaparım.

Deniz (Özbey)’e benzetirler beni. Vega konserlerinde akraba olup olmadığımızı soranlar mı dersiniz, beni Deniz zannedenler mi dersiniz; ne ararsanız var. Bu Vega sevgimin sebebi genetik bir bağ da olabilir, bilmiyorum. Neyse…

Konser 23:30’da başladı, 01:30’da bitti. Sadece 5 dakikalık bir ara verdiler. Onun dışında Tamam Sustum, Tatlı-Sert ve Hafif Müzik albümlerinin en iyilerini –yani neredeyse tüm şarkılarını- çaldılar. Bu kadar iyi şarkıların sahibi sahnedeyken tabii ki söylenmeyen bir şarkı insanı mekandan eksik çıkarttı. Hafif Müzik’in  pamuk şekeri, sözlerin derinine indiğinizde sizi afallatan manalar çıkarmanızın sebebi ‘Yalnızca Ben, Yüzlerce Sen’ çalınmadı. Oysaki ben çok hazırdım “Bap bap şu bap baaa!” diye bağırmaya. Aslında Vega fanı olmak da zor. Tüm albümlerinin her şarkısını da çalsalar mutlaka bir şey eksik hissi yaşıyorsunuz. Konser bitince hem güzel bir konser izlemenin keyfine varıyor hem de neden bu kadar kısa sürdü hissine kapılıyorsunuz.

Tabii bunun yanında setlistte yer almayan muhteşem sürprizleri de oldu Vega’nın. Genelde konserlerinde çalmadığı ve benim yıllar geçse de yeni doğan bebeğim gibi sahiplendiğim “Evet, Ne Var?”, Tatlı-Sert’in en vurucu şarkılarından ‘Tadın Kaldı’ ve ilk albüm Tamam Sustum’dan ‘Anlatma’ geceyi ölümsüzleştirdi. Bunun dışında ne zaman dinlesem Vega’ya duyduğum saygı seviyesini zirveye taşıyan Sokaklar Tekin Değil’de kendimden geçtim. İz Bırakanlar Unutulmaz’da Behzat Ç.’nin unutulmaz sahnesi bir kez daha gözlerimin önünden geçti. İzleyenler hatırlar; Behzat ve savcı Esra diyaloğunu:

Behzat: Biz senle hep kavga ederiz, mutsuz oluruz biz senle.
Esra: Mutsuz olalım ne var? Biz de mutsuz oluruz. Ben seninle mutsuzluğa da varım!

Ve neredeyse tüm setlistte hayatımın farklı kesitlerini hatırladım; hüzünlendim, tebessüm ettim, sinirlendim, heyecanlandım.

Deniz’in izleyiciyle iletişimini de çok seviyorum. “Bizi sizin alkışlarınız var etti” tandanslı söylemlerden uzak, samimi, olduğu gibi; Deniz gibi. Grubun gitaristi, aynı zamanda Deniz'in eşi ve hatta aynı zamanda Ceylin'in babası Tuğrul'la sahnede olan iletişimin de ailecek hastasıyız! 

Son olarak, daha önce dinlemeyenlere tavsiyeler: Sokaklar Tekin Değil, Evet Ne Var?, Zat-ı Ali, Desem de İnanma (ki bu şarkı Tatlı-Sert 2 albümündeki alaturka versiyonuyla da sizi bambaşka yerlere götürür), Elimde Değil, Yalnızca Ben Yüzlerce Sen, Tadın Kaldı, İz Bırakanlar Unutulmaz, Bi Haber, Anlatma, Bu Sabahların Bir Anlamı Olmalı, Poh Poh Perisi… Biri beni durdursun yoksa ben bütün şarkıları yazacağım buraya!

Vega’ya not: Son şarkı Tadın Kaldı’ydı. Deniz şarkının son dizesini, “Bizi üzen neyse burda bitsin…”, söyledi ve konser bitti. Deniz, bizi üzen konser değildi ki. Neden bitti?