29 Ağustos 2012 Çarşamba

dün akşam bir konsere gittim


1992’nin sonlarında çıkan Yine Sensiz albümüyle tanıştım Tarkan’la. Yalova’da Donanma adlı bir mekanda verdiği ilk konserini en önde izledim. Evde ona yazdığım mektubu ve kalpli kağıtları sahnede eline tutuştururken ilk kez bir şarkıcı için gözyaşı döktüm. Çok heyecanlandım; hayatım boyunca gördüğüm en yakışıklı adam karşımda yırtık kotu, beyaz tişörtü ve siyah ceketiyle ilk albümünü söylüyordu ve ben sadece -iki basamaklı yaşıma bir kalada- 9 yaşındaydım.

Aradan 20 sene geçti ve dün akşam Tarkan’la ikinci kez karşılaştım; aynı heyecan ve aynı yakışıklı adam… Tarkan’ın Türk pop müziğindeki ve onunla tanışmamın 20. yılını dün akşam Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda yaklaşık 6000 kişiyle kutladık.

Öncelikle itiraf edeyim, konserin ikinci bölümünde tam da Kuzu Kuzu başlamış ve Mehmet Ali Erbil bile göbek atmak için ayağa kalkmışken alanda tek oturan bendim. Oturdum düşündüm biraz geçen 20 yılı, Tarkan’ı… Hani oğlum olsa bu kadar gurur duyardım.

Benim 9 yaşımdaki hallerim, dün akşam 30 yaşındaki bir kadında, 50 yaşındaki bir adamda, 3 yaşındaki bir çocukta, her yaşta vücut bulmuştu. Sabit durduğunda kopan alkış kıyamet, bir adım atsa ikiye, üçe, beşe, ona katlıyordu.

Neler mi oldu? Öncelikle kimseler kusura bakmasın çok güzel fotoğraflar çektim. Konser iki buçuk saat sürdü. Aşk Gitti Bizden ile açılış yapıldı ve hemen akabinde –ki bence 2012’nin de en iyi yerli klibi olan- Acımayacak söylendi. 10 dakikalık bir ara verildi, arada izleyicilerden 60 yaşlarında bir kadın bayıldı (gerçekten bayıldı). Umarım durumu iyidir şimdi, acil şifalar. Playlist beni mutlu etmedi. Benim dışımda herkes “Tarkan’ın saçının telini göreyim yeter” diye gelmiştir -ki kesinlikle haklılar- ama ben Kış Güneşi dinlemek isterdim, Dön Bebeğim, Biz Nereye, Her Nerdeysen, Şeytan Azapta, Sarıl Bana, Selam Ver hatta araya sıkıştırılmış, sadece nakaratı bile olsa Kıl Oldum bekledim. Sen Tarkan’sın, büyük düşünmen lazım ama değil mi? Sen Tarkan’san, benim de senden bu şarkıları bekleyeme hakkım var. Bazı şarkılarda playback olduğu çok hissedildi. Danslarına, duruşuna, üstüne başına, kaşına gözüne diyecek bir lafım yok zaten. Bu arada ‘oturacak yer yoktu’ diyenlere inanmayın; neredeyse tüm sandalyeler boştu, çünkü herkes dans ediyordu!

Tarkan büyüklüğünü kanıtladı. Sabahtan beri bir sürü Tarkan şarkısı dinliyorum, geçen 20 yılımı anıyorum. Doğru adamlarla, doğru işler yapıp bir de kusursuz pazarlanırsam belki ben de bir 20 yıl sonra Tarkan olabilirim. Ya da gerek yok, Tarkan hepimize yeter. Çok yaşasın.

Dün akşam bir konsere gittim ve blog yazılarıma devam etme kararı aldım. Dün akşam bir konsere gittim ve akabinde 20 yıl öncesine gittim. Dün akşam bir konsere gittim ve gurur duydum. Dün akşam bir konsere gittim ve olanlar oldu.

7 Aralık 2011 Çarşamba

Benim Olacaksın!

Solda görmüş olduğunuz adidas Originals yastık birkaç sene önce special edition olarak 200 dolardan satışa sunulmuştu ve her nasıl olduysa ben bu haberi kaçırmıştım. Görsem, gerekirse aç kalmayı göze alır, o parayı bu yastığa verirdim.

Neyse ki etrafımızda dikiş nakıştan anlayan insanlar var. Hemen fotoğrafı sevgili Yüksel Teyzeye gönderdim. Kalıp çıktı, kumaşlar alındı. Bu yastığı 200 dolardan çok daha düşük fiyata mal etmiş durumdayım; gururluyum.

Yastık yapımı henüz tamamlanmadı, tamamlanmış halini de buradan sizlerle paylaşacağım. Sonucu o kadar çok merak ediyorum ki, merakımdan üç çizgi oldum resmen.

Sonuç olarak impossible is nothing; 200 dolarım olmadan da evimde böyle bir yastığa sahip olabileceğim.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Huzur İzlanda


Bilenler bilir ne denli İzlanda hayranı olduğumu. Gitmişliğim yok ama oraya yerleşme hayalim hep olacak bunu biliyorum.

Reykjavík
Coğrafi yapısından sakinliğine, karanlığından çıkan müzik gruplarına, tepeden tırnağa aşığım bu ülkeye. Aklıma geldikçe Google’da çeşitli anahtar kelimelerle İzlanda imajları aratıyorum, uçak bileti fiyatlarına bakıyorum, “acaba şimdi orada olsaydım ne giyerdim?” diye düşünüp Reykjavik hava durumuna bakıyorum, falan filan.

Bu ülkeden çıkan çok ama çok ama gerçekten çok iyi müzik yapan adamlar var. Neredeyse çıkan tüm isimlerin önünü açan, ilham veren, esin ve cesaret kaynağı Björk; Sigur Rós, Mum, Slowblow, Emiliana Torrini, GusGus, Mugison ve dahası…

İzlanda çıkışlı grupların neden bu kadar başarılı, dikkat çekici ve özgün olduğunun nedeni ise basit: Müzisyenlerin albüm satış kaygısı olmadan, stüdyoya girip sadece yapmak istedikleri müziği yapması ve imkan kısıtlılığı nedeniyle müzisyenlerin ellerine geçen her aletle deneysel sesler çıkarmaları.

İzlanda müziğine başka bir yazıda uzun uzun değinirim; hatta siz de bu sırada ‘Screaming Masterpiece’ belgeseline bir göz atın.

Bu yazı daha çok Sigur Rós hakkında. Grubun vokali, beyni  Jónsi Birgisson’un yeni doğan kız kardeşi Sigourney Rós’tan adını alan grup, daha sonra bu ismi de kısaltarak Sigur Rós olarak 1994 yılında kuruldu.  Grubun diğer üyeleri ise Goggi Hólm (bas gitar), Kjarri Sveinsson (klavye, geri vokal) ve Orri Páll Dýrason (davul). İlk albüm Von grup kurulduktan 3 yıl sonra çıktı. Grup ilk ve son (şimdilik) üye değişikliğini bu albümden sonra yaşadı ve grubun davulcusu Ágúst Ævar Gunnarsson yerine şimdiki davulcu Orri Páll Dýrason ilk albümden sonra Sigur Rós’a katıldı.


Uzun uzun her albümden bahsetmek istemiyorum. Sigur Rós şu ana kadar 6 stüdyo albümüne imza attı.  Çıkan single ve EP’leri de hesaba katarsak Sigur Rós’u yaklaşık 16 farklı albüm kapağıyla raflarda gördük. Grupla ilgili bilinmesi gereken ilginç iki ayrıntı var. Bunlardan ilki Jónsi'nin gitarı çello yayıyla çalması, ikincisi ise şarkıların bir dili olmaması. Bir anlamı olmayan kelimler bir araya geliyor ve bu anlamsız ama bir o kadar da anlamlı şarkılar oluşuyor. Bu dile Hopelandic (Volenska) deniliyor. Albümleri dışında bence Sigur Rós’un en iyi işleri yayınlanan iki belgeseliydi: Heima ve Inni.


Londra , Alexandra Palace konserindeki performanslardan oluşan belgesel Inni, bizlere Vincent Morisset gözünden aktarılıyor. Siyah-beyaz ve renkli olarak perdeyle buluşan film, grubun 2007 yılında çıkardığı Heima belgeselinden farklı. Heima, grubun tüm dünyayı konserleriyle fethettikten sonra evlerine -İzlanda’ya- dönmesini ve buradaki çeşitli mekanlarda İzlandalılara ücretsiz konser ziyafeti çekmesini anlatıyor. Sigur Rós müziği, performanslar arasında grup üyeleriyle röportajlar ve İzlanda manzaralarıyla Heima sizi bir buçuk saatliğine bambaşka yerlere götürüyor. Inni ise performans ağırlıklı, siyah-beyaz, yer yer renkli röportajlarla 75 dakikalık bir Sigur Rós filmi.

Bu yıl Filmekimi kapsamında izleme imkanı bulduğum Inni yine bana yapacağını yaptı. 75 dakika boyunca ben de Alexandra Palace’taydım. O konseri sanki en önde izledim ve her şarkıdan sonra gelen alkış sesleri bana aitti. Sanırım filmin tek kötü yanı grubun basçısı Goggi Hólm’e az yer ayırmasıydı. Neredeyse ilk 20 dakika boyunca yüzünü hiç göremedim. Kalan 55 dakika boyunca da toplasak 3-4 dakika ya göründü ya görünmedi. Vincent abimizin bir alıp veremediği var anlaşılan. Filmle ilgili eleştireceğim bir başka konu ise, izleyicisiydi. Atlas Pasajı’nda izlediğim Inni’nin 15. dakikasında sanırım salonda %30’a yakın bir boşluk oldu. Arkadaşım, hadi ilk defa duydun Sigur Rós diye bir grup, hadi eline de bir bilet geçti; neden açıp internetten bir bakmıyorsun ‘kimmiş bu adamlar’ diye? Ha tüm salon çıksın, sadece ben ve Sigur Rós karşı karşıya kalalım isterdim, o ayrı. Filmin kapanışı artık bir klasik haline gelen () albümünden Untitled #8 (Popplagið)’le oldu. Bundan daha iyi bir kapanış şarkısı düşünemiyorum. Öyle bir 10 dakika ki, saatlerce sürüyor gibi; öyle bir 10 dakika ki, 10 saniyede geçiyor gibi. Tarif edilemez bir perde – ışık sevişmesi ve sanırım tam anlamıyla gerçek bir müzik orgazmı. 

Buradan Sigur Rós’a birkaç çift lafım olacak:

Beyler, iyi ki varsınız lan. İzlanda’ya yerleşme nedenim olacaksınız, haberiniz yok. Benden en uzaktaki en yakın arkadaşlarımsınız. O kadar çok yaşayın ki, o kadar çok müzik yapın. Belgesel çekmeyi de ihmal etmeyin. Türkiye’ye gelmeyecekseniz de bir ‘alo’ deyin bana, atlayıp ben İzlanda’ya geleceğim.

Ég kyssti. (Öptüm.)

10 Ekim 2011 Pazartesi

Evet, Ne Var?


Yazıma “Yerim lan sizi!” diye başlayayım da sonradan unuturum falan maazallah...

Vega, 7 Ekim 2011, Bronx Pi
7 Ekim Cuma gece Vega’yı izlemek için Bronx Pi’deydik yine. Vega’nın yeri bende her zaman bir başkadır. Hatta söz konusu Vega olduğunda işe Mevlana gibi yaklaşıyorum ister istemez; ‘Ne olursan ol gel’. Hani adamlar çıkıp “biz bundan sonra arabesk müziğe yöneliyoruz, biz artık klasik müzik yapacağız, vb.” deseler ben yine konsere gidip en öne nasıl geçerim hesapları yaparım.

Deniz (Özbey)’e benzetirler beni. Vega konserlerinde akraba olup olmadığımızı soranlar mı dersiniz, beni Deniz zannedenler mi dersiniz; ne ararsanız var. Bu Vega sevgimin sebebi genetik bir bağ da olabilir, bilmiyorum. Neyse…

Konser 23:30’da başladı, 01:30’da bitti. Sadece 5 dakikalık bir ara verdiler. Onun dışında Tamam Sustum, Tatlı-Sert ve Hafif Müzik albümlerinin en iyilerini –yani neredeyse tüm şarkılarını- çaldılar. Bu kadar iyi şarkıların sahibi sahnedeyken tabii ki söylenmeyen bir şarkı insanı mekandan eksik çıkarttı. Hafif Müzik’in  pamuk şekeri, sözlerin derinine indiğinizde sizi afallatan manalar çıkarmanızın sebebi ‘Yalnızca Ben, Yüzlerce Sen’ çalınmadı. Oysaki ben çok hazırdım “Bap bap şu bap baaa!” diye bağırmaya. Aslında Vega fanı olmak da zor. Tüm albümlerinin her şarkısını da çalsalar mutlaka bir şey eksik hissi yaşıyorsunuz. Konser bitince hem güzel bir konser izlemenin keyfine varıyor hem de neden bu kadar kısa sürdü hissine kapılıyorsunuz.

Tabii bunun yanında setlistte yer almayan muhteşem sürprizleri de oldu Vega’nın. Genelde konserlerinde çalmadığı ve benim yıllar geçse de yeni doğan bebeğim gibi sahiplendiğim “Evet, Ne Var?”, Tatlı-Sert’in en vurucu şarkılarından ‘Tadın Kaldı’ ve ilk albüm Tamam Sustum’dan ‘Anlatma’ geceyi ölümsüzleştirdi. Bunun dışında ne zaman dinlesem Vega’ya duyduğum saygı seviyesini zirveye taşıyan Sokaklar Tekin Değil’de kendimden geçtim. İz Bırakanlar Unutulmaz’da Behzat Ç.’nin unutulmaz sahnesi bir kez daha gözlerimin önünden geçti. İzleyenler hatırlar; Behzat ve savcı Esra diyaloğunu:

Behzat: Biz senle hep kavga ederiz, mutsuz oluruz biz senle.
Esra: Mutsuz olalım ne var? Biz de mutsuz oluruz. Ben seninle mutsuzluğa da varım!

Ve neredeyse tüm setlistte hayatımın farklı kesitlerini hatırladım; hüzünlendim, tebessüm ettim, sinirlendim, heyecanlandım.

Deniz’in izleyiciyle iletişimini de çok seviyorum. “Bizi sizin alkışlarınız var etti” tandanslı söylemlerden uzak, samimi, olduğu gibi; Deniz gibi. Grubun gitaristi, aynı zamanda Deniz'in eşi ve hatta aynı zamanda Ceylin'in babası Tuğrul'la sahnede olan iletişimin de ailecek hastasıyız! 

Son olarak, daha önce dinlemeyenlere tavsiyeler: Sokaklar Tekin Değil, Evet Ne Var?, Zat-ı Ali, Desem de İnanma (ki bu şarkı Tatlı-Sert 2 albümündeki alaturka versiyonuyla da sizi bambaşka yerlere götürür), Elimde Değil, Yalnızca Ben Yüzlerce Sen, Tadın Kaldı, İz Bırakanlar Unutulmaz, Bi Haber, Anlatma, Bu Sabahların Bir Anlamı Olmalı, Poh Poh Perisi… Biri beni durdursun yoksa ben bütün şarkıları yazacağım buraya!

Vega’ya not: Son şarkı Tadın Kaldı’ydı. Deniz şarkının son dizesini, “Bizi üzen neyse burda bitsin…”, söyledi ve konser bitti. Deniz, bizi üzen konser değildi ki. Neden bitti?

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Özledim

Kimisi için yer yerinden, kimisi içinse yürekler yerinden oynadı 17 Ağustos 1999 gecesi.

Ne yazık ki bu tip yazılar yazmak için hep 17 Ağustos'un gelmesini bekliyoruz; Allah'tan rahmet - yakınlara sabır dileklerimiz senede bir gün dile geliyor. Ama biliyorum, ben ve benim gibi enkazı görmüş, ceset kokusunu içine çekmiş, geceden ertesi gün için sözleşip birkaç saat sonra o insanlardan ebedi ayrıldıklarını fark edenler için her gün 17 Ağustos.

Ben daha 15 yaşımda hayatımın dersini aldım. Sahip olduklarıma sahip çıkmayı, değer vermeyi, hiçbir şeyi ertelememeyi, hayatın çok kısa olduğunu, "seni seviyorum" demeyi, özür dilemeyi, affetmeyi, erdemi, küçük şeylere kafayı takmamayı 17 Ağustos 1999'da, sabaha karşı anladım.

Elif'i özledim ben; Elif Sakarya'yı. En yakın arkadaşımı, evin önünde sabah havuza gideriz diye sözleşip ayrıldığım Elif'i, telefonda saatlerce ergen dedikodusu yaptığım arkadaşımı... Uğur amcayı, Ülkü teyzeyi özledim. Uğur amcanın her yaz tavada çiçek şeklinde yaptığı istavriti özledim. Güven ailesini özledim; Müşerref'i, Mesut'u, Merve'yi. Nilis'i özledim. Adını yazmadığım, tanımadığım, hayatını kaybeden herkesi çok özledim.

Bu akşam kadehimi hepsi için kaldıracağım. Şerefe!

28 Temmuz 2011 Perşembe

Mutlu Noel'ler

Mabbas… Yazılarını takip ettiğim, müzik zevkine güvendiğim, İngiltere aşığı bir adam. Aşkı sadece ağzında değil ama benim gibi; adam periyodik olarak İngiltere’ye gidiyor, konserler izliyor (Kasabian, Take That, Blur, M83 sadece birkaçı), yeni isimler keşfediyor. Ben sadece oturduğum yerden seviyor, elimden geldiğince de internetten takip etmeye çalışıyorum Birleşik Krallık'ta olan biteni.

Mabbas’la bir dönem aynı şirkette çalıştık. İşte o sene kendisine olan kıskançlığım iyice arttı. O da nazarımdan korktu ki beni her gördüğünde eliyle ‘cross, cross’ yaptı : ) Ama nasıl kıskanmayayım… Adam bir gün Wimbledon – Oasis konserine gözümün önünde bilet aldı. Almakla kalsa yine iyiydi, gitti, izledi. Gallagher kardeşleri canlı canlı gördü. Mabbas’a çaktırmasam da acaip gaza gelmiştim, bir gün mutlaka ben de gidip izleyecektim Oasis’i. Gel gör ki, bir Paris konseri öncesi tartışan Gallagher kardeşler konserde dağılacaklarını açıkladılar ve dediklerini yaptılar da. Mabbas dünyanın en şanslı insanları arasında yerini alırken, ben hayallerimin elimde patlamasıyla kaldım.

Liam Gallagher
Çok geçmedi, Liam yanına Gem, Andy ve Chris’i alarak Beady Eye’ı kurdu. Ne yalan söyleyeyim, Gem’in o uyumsuz Liam’la olmasına çok sinir olmuştum. Hele ki Noel & Gem’in Cabaret Sauvage performansını defalarca sıkılmadan izleyen biri olarak bu duruma ziyadesiyle üzülmüştüm. Beady Eye pek de beni heyecanlandıran bir proje olmadı. Albüm İngiltere albüm listesinde üçüncü sıraya kadar yükseldi ama single başarıları bu sırayı mumla aratıyordu. Tabii bir durumun da hakkını verelim unutmadan: Liam’ın sahnede ellerini arkadan birleştirerek şarkı söyleme karizması başka kimseye yakışmaz.

Noel Gallagher
Kendimi bir taraf tutmak zorunda hissetmedim ama ister istemez Noel’e olan sevgim beni O’nun tarafına itiyordu. Neyse; Noel’in solo albüm planları, konserlerinde Oasis şarkılarına da yer vereceği açıklamaları (ki zaten Oasis dönemi boyunca en sevdiğim şarkılar Noel’in kaleminden çıkanlardı) daha da heyecanlandırdı beni. Basın açıklaması yapıldı, resmi internet sitesi, Facebook - Twitter - YouTube sayfaları açıldı, yeni albümün adı açıklandı –High Flying Birds-, ilk single belirlendi –Death Of You And Me- ve beklenen video klip yayınlandı! Tüm bunlar olurken de huysuz kardeş Liam, Noel’in albüm basın toplantısının ardından Twitter’ında “SHITBAG”, klip yayına girdiğinde ise “DIDO” tweet’lerini attı. Hiç hoş değilsin Liam!

Cabaret Sauvage performansına geri dönecek olursak, Noel’in ilk single’ı bende çokça o konseri izlediğimde hissettiğim duyguları uyandırdı. Uyandırmak ne kelime, adeta zombie gibiyim! Orkestranın önemini Oasis'ten çok daha iyi gösteriyor Noel. Şarkının Noel şarkısı olduğu apaçık ortada. Saksofon, trompet ve trambonun etkileri Noel'in sesiyle hayat buluyor ve bize de bu güzel adamın müzikal değişimi/gelişimiyle nefes almak kalıyor. Noel Gallagher’ın artık kafası rahat, tek tabanca, vokallerde sadece o, hatta kusura bakmasın ama bence durum şundan ibaret: ‘The Death of Liam And Born of Noel’.

Buyursunlar:




21 Temmuz 2011 Perşembe

Abim!

Sene 85 falan : )

Aslında abimle yıllardır ayrıyız. Ben daha “kendimi bildim bileli” diyebileceğim yaşlarda değilken abim İstanbul’da yatılı okumaya başladı, ardından üniversite eğitimi için şehir dışındaydı, üniversiteden sonra Amerika ve döndüğünde de askere gitti. Yani kabaca bir hesap yapacak olursak kardeşlik müessesemizin 15 senesini ayrı geçirdik.

Abim bu kadar uzaktayken ben de armut toplamadım tabii, büyüdüm. İlkokuldan mezun oldum, ortaokuldan mezun oldum, liseden mezun oldum, üniversite kazandım, İstanbul’a geldim. Kısmet ‘taşı toprağı altın’ İstanbul’aymış. Yıllar sonra ikimiz de İstanbul’da bir araya geldik. O, artık ihtisas yapmış, meslek sahibi, askerlik görevini tamamlamış olgun bir erkekti.

Ben abimi ‘adam’ olduğunda tanıyabildim. Çocukluğunu pek bilmem; en sevdiği oyunu, arabayı, kıyafeti, şarkıyı bilmem. Hafta sonları eve geldiğinde yapılan et-sote sayesinde en sevdiği yemek konusunda fikir sahibi olabildim. Ha pardon, bir de sıkı bir Metallica, Gun’s ‘N Roses, Sepultura, Slayer ve daha birçok metal grubunun hayranıydı. Sorsanız, O da benimle ilgili bu soruları yanıtlamakta zorlanırdı o zamanlar : )

‘Adam’ olduğunda tanıdım dedim ya, adam gibi de adammış hani… Zaman geçtikçe arkamdaki / yanımdaki gücün, desteğin, karşılıksız sevginin, saygının adı Koray oldu. Tanju Okan’ın en iyi dostu içkisi ve sigarasıysa, benim de en iyi dostum annem ve abimdir.

Abim iyi kalplidir, yardımseverdir, elinden her iş gelir, yeteneklidir, mantıklıdır, biraz yoğundur, biraz unutkandır, ara sıra fevri çıkışları olur, hayvanseverdir, müzik tutkunudur, işinde başarılıdır hatta işinin en iyisidir, yakışıklıdır, güzel seslidir, sigara içmez, alkolik değildir, komiktir, biraz dağınıktır, iyi araba kullanır, dakiklik konusunda sıkıntı çeker, teknolojiyi yakından takip eder, iştahlıdır, geceleri biraz horlar, iyi bir gitaristtir, iyi bir davulcudur, iyi bir bas gitaristtir, iyi bir piyanisttir, Beşiktaşlıdır, hoşsohbettir, anlayışlıdır, sürpriz yapmayı sever, soğukkanlıdır, cesurdur, koruyucudur, merhametlidir, candır!

Eğer abim olmasaydı, O’nun kocam olmasını isterdim muhtemelen. O hiçbir zaman benim kocam olamayacak ama  24 Temmuz Pazar akşamından itibaren yine fazlasıyla sevdiğim Nazlı’ya kocalık yapmaya başlayacak. Abi evlendirmek zormuş. Evlendiği için üzülmüyorum, kıskanmıyorum, sinirlenmiyorum; bilakis fazlasıyla mutluyum. Artık official bir yengem olacak. ‘Abim  geliyor’ diye sevinirken o tabir şimdi ‘abimler’ olacak. Mutluyum çünkü Nazlı abimi çok seviyor, O’na çok iyi bakacak. Mutluyum çünkü abim de Nazlı’yı çok seviyor, O da O’na iyi bakacak. Mutluyum çünkü abim çok mutlu olacak.

Ama yine de içimde bir şeyler acıyor. Hani aynı evde yaşıyor olsaydık büyük oda bana kaldı diye sevinirdim, ya da ne bileyim sürekli kavga ediyor olsaydık ‘oh be kurtuldum’ derdim ama öyle de değil ki. O benim tek kişilik kocaman ailemken, şimdi O’nun bir ailesi daha oluyor. Anlatması zor, kız kardeş olmak kötü.

Aramıza saydam bir duvar girecek gibi. Ama gözüm üstünüzde minnoşlar, yıkarım o duvarı!